hasretinle

girdaplarda boğuluyor yalanlar, içime hapsolmuş renkler aklımı rüyalarımla boyuyor, elinden tutup çektiğim bu adam kendini ne ile yargıladığını bilmeden kan ter içinde sıçrıyor yatağından farkında olmadan bir ilmek daha atıyor kaderine bir yokoluş daha ekliyor kederine...

şikayet edişi değil bu olanlar yanlız yalanlarımın, durup durup başa sarması gerçeğinin suratımda hissettiğim sıcaklığı...


"kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime
titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime
perde-i zulmet çekilmiş, korkarım ikbalime"


sıçramadan geçiyorum çukurları yağmurlu günlerde, insanların arındıklarını sandıkları günahları alıyorum üstüme, duygularımı yoğuruyorum bu çamurun içinde yaptığım toprak çömlek yada heykel her ne ise nefretime bürünüp kurumaya başladıkça biraz daha olgunlaşan duygularım gerçeğe kavuşuyor yakardığım gecelerde üstünde bir mum eritiyorum bu günahın, kalbimi dumanında tütsülüyorum... dokunduğum her parça alev alıyor bedenimde ruhumun gazabına mahsur eylemlere dönüşüyor kıpırtılarım, işte bu çöl kuraklığında dudaklarımdan dökülen bir çift söz bütün bir gece yankılanıyor renksiz duvarlarımda... sabah olmuyor, gece dolmuyor bu başına buyruk yalnız yakarışlarımda... dedimya bedenim alev alıyor ruhum ezildikçe zaman geçtikçe acıya olan direncim artıyor... donuk bakışlı gözlerin ardında bir güneşe açıyorum penceremi ertesi sabah... inadına maviye çalan yakarmalara özeniyor dolabımda grileri biriktiriyorum günlere karıştırıyorum renklerini duygularımın, öğlen sıcaklarında siyahlara sığınıyorum gece kayboluşlarım laciverte çalıyor yansımalarını, sabahlarım puslar içindeki girilere bürünüyor...

döktüğüm her yaş bir parça değil ömür çalıyor ellerimden yenilgilerimden ders almayan duygularım her seferinde daha çocuksu bir melodi buluyor kulaklarımda yankılanan ve karışıyorum bu melankoliye artık yer ve gök bir olsa gerek diyorum boşlukta asılı kaldığım bu anlara bir yıldız istiyorum geceme ortak, düşlerime renk, içime ışıltısı vursun diliyorum... umudumu yitirmeden yola çıkıyorum sıkı sıkı bağladığım ayakkabılarımı giydikten sonra...yıllardan sonra tekrar şarkı listeme takılan bu parça düşmüyor bir türlü içimden atamıyorum...


"uzundur bu yollar, giderim gözüm kara
sanma ki dönem sana
beni bekle, seni ben alam
ola ki vurulmuşum
senden beterim yalnız,
vurulmuşum dağ başına
nöbetteyim, sevdalı
yaralıdır canı yüreğim
hasretinle erir giderim
seni nasıl unutsun bedenim
gözüm dalar gariplenirim..."






umut

rüzgar o kadar şımarıktır ki...çoğu zaman neşelendiğin esintisinde, sessizliği için dua eder bulursun yakarışlarını... acı çekmek ve umut ne kadar zıt, ne kadar bencil olsalarda umuda yelkenlerini açık tutman gerekir hep...oysa ne garip değil mi?, bilmediğin bir sonun başlangıcına koşmak...

yıldız

sesinin gelmediği bir boşlukta sessiz, sensiz çığlıklara gömdüm kalbimi, nedendir diye sorma... ruhuma tecavüz eden mırıltıların ardında bir şeye tutunamadan ayakta kalmak gerçekten zormuş bunu öğrendim, seni daha bir öğrendim... belkide sana neden bu kadar içten yakardığımı bir kez daha anladım... gecedeki yıldızım nerede ben bakıyorum nicedir, hala katran karası gördüğüm gece, sessizlik ve karanlık çok bu bedene...

iki göz bir araya gelebilse,
kelimeler anlamını yitirse
olmayacak dua değil bu
birileri he dese
pencereme bu gece ay düşse...

*/10/2007

yaptıklarımın doğruluğunu yada sınırını bilmeden attığım şu adımların amacı yada anlamı, daha ne olduğunu bile bilmediğim senle ilgili acaba kimdin? nesin? yada neydin de, bana bunları yaşatabiliyorsun? cevaplarını daha bulamadığım sorular vardı hayatımda bugüne kadar içimde duran sayıları ve değerleri artınca beni korkutan, şimdi onlara yeni bir arkadaş buldum...! seni, bana adını koyamadığım, kokusunu daha önce hiç tatmadığım bir duygu yaşatan seni....sebepsiz bir savaş var içimde sana biriktiğim şu anlarda geceye inat duygularımı kabartıp beni uykusuzluğa iten, kızamıyorum çünkü seni henüz bilmiyorum, sadece şu var kendime anlatabildiğim ve kabullendiğim sen de tıpkı onlar gibi bir kadınsın saçları uzun, ipeksi ve güzel kokan, ya gözlerin sana baktığımda içinde kendimden kalan ne varsa görebileceğim içinde bir kor halinde bizi görmek istediğim gözlerin nasıl onlara bakarken kendimi kaybedeceğim gözlerin bilmiyorum, ya ellerin nasıl hiç ayrılmak istemeyerek annesinin elini tutan bir çocuk gibi tutmak istediğim ellerin, dokunmak istiyorum tenine her dokunuşumda beni cehennem azabı çekenler gibi yakacak tenine, nefesini ve sesini duymak, heycanlandığında amansızca atan kalbinin sesinide duymak istiyorum ama yok, yoksun, yoksunuz işte bunlarda kendime anlatamadıklarım bana bütün bu hüzün ve sevinçleri yaşatan beni iklimini bile bilmediğim bir diyara sürükleyen senin için. aslında korkum yok sürüklenmekten biliyorum eğer geri dönmem gerekecekse hiçkimse beni kendi limanıma bırakmayacak, dalgalar bana inat artacak önümde, ay daha bir karanlık vuracak bu terkedilmiş çoraklığı andıran kalbime... sadece aldığım yaralar ve yinede olanlara rağmen yaşamaya çabalamak için beslediğim ufak bir umut olacak bu çoraklıkta yok olacak ama biri gölgesine alıp sevgiyle ona bakacak biri olmadıkçada filizlenmeden, henüz doğmadan ölen bir çocuk gibi oda yitecek adını kimsenin bilip düşünmediği. hissetiklerimi çaresizliğe bıraktığım bu anlarda tek bir parıltı var içimde şu an doğan güneşle çoğalarak beni çoşkulandıran işte o da kocaman bir "acaba"...

satırlarını, okuduğumda bana seni anlatan sözlerini esirgeme benden